Kirsehir
Kayseri
Yozgat
Kars
Sivas
Süleyman Kolu
Kadir Kolu
Cin Ali Kolu
Ümüs Kolu
Kerem Kolu
Sakir Kolu
Küt Ali
Salih Kolu

Belebey'den kuzeydoğuya doğru iki günlük mesafede Balkan dağı denilen başı göğe yükselmiş çıplak bir dağ vardır. Bugün çıplaktır ama bir zamanlar yemyeşil ormanlarla kaplı idi. O zaman bu ormanlarda kuş sesleri, Başkırd çobanlarının türkülerine ve kaval seslerine karışırdı. Balkan dağından pek uzak olmayan başka bir ülkede de sahilleri kamışlarla süslü Aslı Göl denilen bir göl vardı. Bugün bile bu gölün bu sahillerine doğanını alanlar ördek avına gelirler.

Balkan dağının civarında çok eski zamanlarda Harimarkas adında çok zengin bir başkırd oturuyordu. Harimarkas o kadar zengindi ki sürülerinin sayısını, topraklarının sınırlarını kendisi bile bilmezdi.

Harimarkas'ın iki karısı vardı: Birinin adı Banu'ydu. Harimarkas'ın Banu'dan iki oğlu olmuş, birinin adını Ebu Talip ötekinin adını Malik koymuştu. Harimarkas'ın ikinci karısının adı ise Gulzurg idi ve bundan da bir oğlu olmuş idi ki yiğit mi yiğit idi ve adı Zoya Tülek'ti. Onu herkes severdi. Üvey annesi Banu ile iki üvey kardeşi Zoya Tülek'i hiç sevmezlerdi. Hem de çekemezlerdi, kıskanırlardı.

Zoya Tülek de Ebu Talip te Malik de büyüyüp delikanlılık çağına girdikleri zaman babaları Harimarkas her üçüne de birer güzel at, süslük koşumlar ve çok güzel terbiye edilmiş doğan kuşları hediye ediyor. Gençler, atlarına binerler, doğanlarını alırlar ve Balkan dağına ava çıkarlar. Zoya Tülek öteki kardeşlerinden her zaman fazla av avlardı. Bu yüzden de kardeşleri hasetlerinden çatlarlardı. Fakat Zoya Tülek'in annesi Gulzurg'u babaları çok sevdiği ve Gulzurg da hayatta olduğu için ona dokunmazlardı.

Bir gün Zoya Tülek'in annesi öldü; Zoya Tülek öksüz kaldı. O günden sonra da her şey değişti. Evde her şeye Banu hakim oldu. Her istediğini yaptırıyordu. Aradan bir zaman geçince Zoya Tülek'in eğerini Ebutalip'e, atını da Malik'e vermesi için kocası Harimarkas'a tesir etmeye başladı ve muvaffak da oldu. Zoya Tülek Ertesi gün tavlaya indiği zaman şaşıp kaldı. Ebu talip'in atında kendi eğeri vardı ve atına Malik binmişti. Zoya Tülek şaşkınlıkla;

- Bu ne hal? diye sordu.

- Biz böyle arzu ediyoruz, dediler.

- Fakat eğer benim, Malik de benim atıma binmiş.

- Boşuna çene çalıyoruz, doğanlarımız da sabırsızlanıyor. Sen de bizimle ava çıkmak istiyorsan şu ihtiyar ata binebilirsin deyip Zoya Tülek'in itirazlarına aldırmadan sürüp atlarını gittiler.

Zoya Tülek arkalarından bakıp kaldı. Üzüntüsünü uzun zaman gideremedi. Bu sırada dişi dökülmüş ihtiyar uyuz at Zoya Tülek'in yanına gelerek;

- Üzülme dedi. Vur şu eğeri sırtıma ava çık.

Zoya Tülek büsbütün şaşırdı. Bir müddet sonra bu uyuz ata baktı. Sonunda Ebu Talip'in eğerini alıp sırtına vurdu, ve bindi, biner binmez de uyuz at şahlandı, silkindi şahane bir at oldu.

Bu uyuz atın adı Aktulpar idi. Aktulpar tavladan öyle bir fırlayış fırladı ki, sanki uçtu. Bir iki dakika sonra kardeşlerinin yanına vardı. Kardeşleri bu hale şaştılar. Fakat bir şey demediler. Yanlarında yabancı avcılar olduğu için sustular. Öğle vakti yaklaşınca hep beraber gidip bir su kıyısında ağaç altında oturdular. Zoya Tülek de atından indi. Yemyeşil çimenlerin üstüne yattı. Yorgunluktan uyuyup kaldı. Aktulpar yanı başında duruyordu. Eğerinin üzerine doğanı konmuştu.

İki kardeş kıskançlıklarından bir türlü uyuyamıyorlardı. Usulca kalktılar, Aktulpar'ın nalının arasına sivri bir çivi sokup uzaklaştılar. Zoya Tülek uyandığı zaman baş ucunda ak saçlı, ak sakallı güler yüzlü bir ihtiyar gördü. Ayağa kalktı. İhtiyar:

- Benim kim olduğumu biliyor musun diye sordu.

Zoya Tülek;

- Hayır efendim, dedi. Bilemeyeceğim.

- Ben Hızır'ım. Ulu Tanrı'nın izniyle hayat suyundan içen Hızır'ım. Oğlum, kardeşlerin seni çok kıskanıyorlar. Az önce sen uyurken, atının nalına sivri bir çivi çaktılar. Fakat ben sana yardım edeceğim. Sana bir dua öğreteceğim, ne zaman başın darda kalırsa bu duayı oku, seni selamete çıkarır. Şimdi bu duayı okuyup atının ayağına üfle.

Bunu dedikten sonra Hızır duayı bir kaç defa tekrarladı. Zoya Tülek'in iyice öğrendiğini anlayınca birdenbire ortadan kayboldu.

Zoya Tülek duayı okudu. Atının ayağına doğru üfledi. Çivi naldan çıktı, izi bile kalmadı. Zoya Tülek Tanrıya şükretti. Atına atlayarak kardeşlerinin yanına gitti. Onu gören kardeşleri hayretler içinde kaldılar. Kıskançlıkları kin haline geldi. Hemen üç genç buldular. Bu gençler Zoya Tülek'in yanına geldiler, birdenbire atını tuttular Aktulpar'ı kırbaçlamaya başladılar.

Bunun üzerine Aktulpar ok gibi fırlayıp can acısı ile göle doğru koşmaya başladı. Az sonra da tozu bile görünmez oldu. At, havada uçuyordu sanki, ayağı yere değmiyordu. Böylece Aslı Göl sahiline vardı.

Zoya Tülek sahilde atından indiği vakit sanki birisi;

- Sahilin sağ tarafında kim var başını çevir de bak der gibiydi.

Zoya Tülek o yana baktı. Kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Gölün kıyısında beyaz ayaklarıyla köpükler saçan genç ve güzel bir kız oturuyordu. Bir taraftan da altın saçlarını tarıyordu. Bu güzel kız, Aslı Göl'ün kralı Yaydar Han'ın biricik kısı Susulu idi. Zoya Tülek put gibi durdu şaşkınlığından; baktı, baktı, sonunda kendisine hakim olamadı. Kıza doğru yürüdü:

- Buraya nasıl geldiğimi ben de bilmiyorum ey güzel kız, ey cennet bağının gülü. Ben kimim söyleyebilir misin? Nereden geliyorum, nereye gidiyorum, bilir misin?

Kız cevap verdi:

- Sen zenginlerin zengini Harimarkas'ın en küçük oğlusun. Adın Zoya Tülek'tir. Ava çıktın. İnci boylu kazları, altın kürklü tilkileri avladın. Sonra kardeşlerin seni kıskandı. Atını kırbaçladılar. Buraya kadar geldin.

Zoya Tülek şaşırıp kaldı:

- Artık hiç bir yere gidemeyeceğim, dedi. Beni büyüten babamı da unutacağım, beni koynunda büyüten anamın mezarını da unutacağım. Bana artık ne gök ne de yer lazım. Benim yerim senin yanın ama sen kimsin? Bana kim olduğunu söyle ey güzel kız.

Kız cevap verdi:

- Babanı ananı nasıl reddedersin, reddetme. Dünyadan da vazgeçme. Sen bizim ülkemizde oturamazsın, ben göl kralının kızıyım. Babamın ülkesinde çok yiğit can verdi. Sana yazık olur. ben senin olamam. Sana bir hatıra olsun diye inci gerdanlığımla pırlanta yüzüğümü vereceğim, yurduna dön.

- Bana ne inci gerdanlığın, ne de pırlanta yüzüğün lazım, bana hiç bir şeyin lazım değil, bir kere kucaklayım yeter.. evet bunu istiyorum.

Kız;

- Zoya Tülek şu yana bak kim geçiyor?

Kız, ince güzel parmaklarıyla bir yeri gösteriyordu. Zoya Tülek de o yana bakarak döndü. Tam o sırada kız, şimşek gibi suya daldı. Yiğit kızın hilesini anlamıştı ama iş işten geçmişti. Kız yüzüyor ve gittikçe uzaklaşıyordu. Gölün ortasına kadar gitmişti, sadece altın saçları su yüzündeydi. Zoya Tülek daha fazla düşünmedi. Kendini kaldırıp göle attı. Bir hamlede kıza yetişti, saçlarından yakaladı.

Susulu bir ok gibi gölün dibine inmeğe başladı. Zoya Tülek de onu takip etti. Çabucak gölün dibine vardılar. Burada Yaydar Han'ın camdan iki büyük sarayı vardı. Bu sarayın etrafında çok süratle akan dört su cereyanı vardı.

Kız dedi ki;

- Zoya Tülek sevgilim, saçımı bırak, seni seviyorum ve senin olacağım. Beni burada bekle, elbisemi giyeyim ve yanına geleyim.

Zoya Tülek;

- Fakat yine bir hileye sapma diyerek kızın saçını bıraktı.

Susulu odasına koştu. Yumuşak ipek yatağına kendini attı. Güzel yüzünü yastıkların arasına sokarak ağlamaya başladı. Bu vaziyeti babasına nasıl anlatacaktı, kendisini arzın bir yiğidinin beklediğini nasıl söyleyecekti. Bu genci sevdiğini, onunla evlenmezse artık yaşayamayacağını, babasına söylemek mümkün mü idi. Zoya yedi gün yedi gece bekledi. Zayıfladı, halsiz düştü. Yüzü sarardı, avurtları çöktü. Sekizinci gün kızın kendisini aldattığını zannederek Hızır'ın öğrettiği duayı okudu. Tanrı'ya suların çekilmesi için yalvardı. Yüce Tanrı Zoya Tüleğin dilediğini yerine getirdi. Su cereyanları durdu, Göl suratle kurumaya, suları çekilmeye başladı. Sular diyarı müthiş sıcaklıktan bunalıyor, her yerde kuraklık hüküm sürüyordu.

Susulu'nun kırk hizmetçisi bu haberi vermek için odasına koştular, fakat o da kapısının kapalı olduğunu gördüler. Bu sırada Yaydar Han'ın tebaası Zoya Tülek'i saray önünde gördüler. Derhal başlarına bu afeti bu yabancının getirdiğini anladılar. Hemen yanına koşarak yalvarmaya başladılar. Zoya Tülek dileklerini reddetti.

- Hayır, hayır, Kralınız, kraliçeniz ve bütün sizler hepiniz mahvolacaksınız.

Bu sözleri duyan halk Yaydar Han'ın yanına koştular. bu müthiş haberi kendisine anlattılar. Hakan bu haberden çok müteessir oldu. Hemen kızının yanına koşarak selam vermeden:

- Sevgili Susulum, biliyor musun yurdumun başına ne felaket geldi dedi.

- Biliyorum babacığım.

-Pekala bu felaketi getirenin de kim olduğunu biliyor musun?

- Hayır babacığım.

- Bu felaketi getiren bir kaç günden beri sarayın kapısında bekleyen gençtir. O seni seviyor ve istiyor ki seni ona vereyim. Madem ki böyledir sevgili kızım onu saraya al.

Kız;

- Pekala babacığım diyerek son derece sevindi.

Yaydar Han uzaklaşınca Susulu odasını düzeltti, kapıyı açtı ve sevgili misafirini karşılamaya koştu.

-Affedersin Zoya Tülek. Emin ol seni seviyorum. Babamdan korktuğum için bir kaç gündür yanına gelemedim. Gel sevgilim gel. diyerek Zoya Tülek'in koluna girdi. Beraber saraya gittiler.

Bundan sonra Zoya Tülek tekrar duayı okumuş, su cerayanı eskisi gibi şiddetlenmiş, Yaydar Han'ın ülkesinde eski mesut hayat başlamıştı. Solmaya bozulmaya başlayan her şey tekrar canlanmıştı. Herkes yurtlarında müthiş bir mucize göstermiş olan bu Başkırd ile birlikte gezmeye çıktığı vakit herkes fısıldıyordu:

-Bu alelade bir adam olamaz.

Hakan bu yiğidi sevmiş, kızını ona zevce olarak vermişti. Artık gençlerin saadeti hudutsuzdu.

Bir gün Susulu Zoya'nın yanından uzaklaşmış, epey müddet geri dönmemişti. Yanına geldiği vakit Zoya Tülek:

-Neredeydin. beni ilk gördüğün yere gittin değil mi? diye sordu.

Susulu başıyla evet işareti verdi.

- Madem ki orada idin, atımı ve doğanı mı gördün mü?

-Gördüm her ikisi de Aslı Göl sahilindeler.

-Ne yapıyorlar orada?

-Atın hareketsiz bir halde bıraktığın yerde duruyor, doğanın da başı ve kanatları düşük bir halde duruyor.

Zoya Tülek düşündü ve müteessir oldu. Tekrar duayı okudu, sular ikiye açıldı, Aktulpar sevinerek efendisinin yanına koştu, arkasından doğan kanatlarını çırparak uçup geldi. Birdenbire Kralın sarayının etrafında çimenler hasıl oldu, ağaçlar çıktı, orman oldu. Aktulpar için otlak, doğan için orman hasıl olumuştu.


Tekrar dalgalar kapandı ve Zoya Tülek ile Susulu'nun bahtiyarlığını yabancıların gözlerinden sakladı.

Günler, aylar, yıllar geçti. Zoya Tülek kendisine bir kuray (kaval) yapmış, altın başlı, zümrüt gözlü, gümüş ayaklı bir koç vücuda getirmişti. Kavalın çaldığı vakit koçta oynamağa başlar bütün su halkı da bu manzarayı seyre koyulurdu. Sade halk değil balıklar bile bu şayanı hayret manzarayı seyir içinde etrafa koşuyordu. Fakat bunlar koçun oynayışını seyir için değil, Zoya'nın kavalını dinlemek için geliyorlardı.

Herkes seviniyordu. Fakat Başkırd yiğidi günden güne solmaya başlamıştı. Susulu bu hali sezerek:

-Ne oldu sevgilim, yüzün neden böyle sarardı, soldu.

Zoya Cevap verdi:

-Bu hayat değil, ben burada solacağım.

-Burada yaşayamıyor musun? Niçin? İşte ben seni seviyorum sen de beni. Daha ne lazım?

-Ne mi lazım? Yurdum, sevgili soydaşlarım. Susulu, onlar kendilerini esaretten kurtarmak için beni bekliyorlar. Orada başı havalara yükselmiş Balkan Dağı vardır. Üzerinde ormanlar bulunur. İçinde binlerce av hayvanı vardır. Sen hiç ormanın ses verdiğini duydun mu? Susulu. Oradan Aslı Göle bakmak ne güzeldir. benim yurdumda daha böyle yüzlerce göl vardır, bulunur. Toprağın altında bir sürü servet, altın, gümüş vardır. Fakat bütün bunlar hiç bir şey değil... Oralar benim öz yurdum, oradakiler soydaşlarım... Bu asil sevgili soydaşlarımı nasıl unuturum.

Hakan Yaydar kızının sarayında bir ses işitmiş, o tarafa yürüyerek Zoya'yı müteessir görünce sormuştu:

-Nen var oğlum, neye müteessirsin. Tebaam mı seni gücendir di? Kızıma bir şey mi oldu?

Zoya Cevap verdi:

-Hayır muhterem Hakan. Her şey yerinde. Fakat ben bu hayattan bıktım. Artık yurdumu, soydaşlarımı özlüyorum.

Hakan hayretle sordu:

-Nereye gideceksin?

-Yurduma, mukaddes vatanıma Balkan dağının yanına.

-Balkan dağının yanına mı o da nedir?

Zoya Tülek Balkan dağını anlattı, ormanlarını tarif etti. Bunun üzerine Hakan dedi ki;

-Balkan dağı, balkan dağı. Anlattın amma ben pek anlayamadım. Ömrümde hiç böyle bir şey görmedim. Fakat madem ki sen bunu özlemişsin, onu buraya gölün ortasına getiririm. Ne gülüyorsun, görürsün.

Bundan sonra Hakan tebaasını yanına çağırdı. Balkan dağını anlattı ve onu gölün ortasına, kızının sarayının karşısına getirmelerini emretti. Halk evvela bir toplantı yaparak içlerinden üç akıllı adam seçtiler. Bunlar önce Balkan dağını arayacaklardı. Bu üç adam gölün her tarafını aradılar, taradılar böyle bir şey bulamadılar. Nihayet küçük bir tepe buldular. Düşündüler Kral öyle de böyle de Balkan dağının ne olduğunu bilmiyor; Başkırd yiğiti ise işte bununla iktifa etsin, ne yapalım başka dağ yok dediler.

Herkes işe sarıldı. Tepeyi çabucak Kralın kızının sarayının karşısına taşıdılar. Kral sarayından çıktı ve dağı gördü, menmun oldu. Tebaasına ihsanlar dağıttı. Sonra kızını ve damadını çağırdı ve dedi ki;

-İşte senin meşhur Balkan dağı. Daha başka bir şey lazım mı?

-Hayır Hakanım, bu Balkan dağı değil.

-Ne ne dedin.

-Bizim yurtta buna dağ demezler, bu tepedir

Hakan:

-O halde beni kandırdılar diyerek çok kızdı. Bütün adamlarına yirmi beş sopa vurdurdu. Hakan'ın bu hareketi de aslında Zoya Tülek'i memnun etmiyordu. nihayet Hakan'ın huzuruna çıkarak;

-Ulu Hakan, bana göstermiş olduğun iyiliklere çok teşekkür ederim. Ben artık burada duramayacağım. Vatanımı özlüyorum. Onsuz yaşayamayacağım. Susulu'suz da yaşayamam. Asil Hakan, bize müsaade et. Biz Başkırd yurduna, Balkan Dağına gidelim. Orada beni bekleyen soydaşlarıma kavuşayım dedi.

Hakan:

-Ne diyorsun? Ben sevgili kızımdan ayrılacak mıyım? Asla, asla bu olamaz.

Bu sözler üzerine Susulu şunları söyledi:

-Muhterem Babacığım, musaade et. Aksi takdirde Zoya bizi terkedecektir. O zaman ben ne olurum.

İhtiyar Hakan'ın gözleri yaşla doldu;

-Pek ala dedi.

Teessürünü yenmeye çalıştı ve nemli kirpiklerini sildi. Artık Susulu ve Zoya Tülek herkesle vedalaşmaya başladı. Bütün Aslı Göl sakinleri müteessirdi. Herkes Zoya'yı o kadar sevmişti ki kimse ondan ayrılmak istemiyordu.

Aktulpar, doğan ve koç hatıra olarak orada kalacaktı. Hakan dedi ki;

-Tanrı'nın inayetiyle gidiniz. Güle güle Zoya Tülek. Kızıma iyi bak. Yalnız sizden şunu rica ederim. Söyleyeceklerimi harfi harfine tutunuz. Eğer sözümü tutarsanız, hayatınızda asla sıkıntı çekmezsiniz. Gölün kenarına geldiğiniz vakit dikkat ediniz ve doğruca yürüyünüz. Balkan Dağının eteğine gelinceye kadar asla arkanıza bakmayınız.

Susulu ve Zoya Tülek sahile geldikleri vakit iki altın ve mücevherle süslü eğerlenmiş at onları bekliyordu. Mesut çift atlara binip yola revan oldular. Bunaltıcı bir sıcak vardı. Uçsuz bucaksız Başkırd vadilerine güneş kızgın oklarını savuruyordu. Zoya sıcaklara aldırış etmiyor ve sevincinden kabına sığmıyordu. Susulu'ya dedi ki;

-Görüyor musun? Bu güzel Başkırd yurdunu, bu çiçekli ovalar. İşte bak karşıdaki Balkan Dağı... Güzel değil mi?

Susulu cevap verdi:

-Hepsi güzel...

Ve gözlerini bu iç açıcı gönül ferahlatıcı manzaradan ayıramadı. Babalarının nasihatını tutmağa karar vermişlerdi. Fakat Susulu'yu tecessüs hissi yiyip bitiriyordu. Nihayet Zoya'ya dedi ki;

-Canım biraz geri dönüp bakalım.

Zoya Cevap verdi:

-Hayır... Babanın nasihatını tutmamak doğru değil.

Susulu:

-Bir parçacık dönüp bakalım. Ne olur sanki.

Zoya:

-Bilmem, fakat asla dönüp bakma.

Susulu bu söze aldırış etmedi. Atını durdurdu ve birdenbire dönüp Aslı Göl tarafına baktı. Bir sürü atın arkasından gelmekte olduğunu gördü. Gölden daha bir çok hayvan çıkıp onları takip ediyordu. İnekler, koyunlar, atlar o kadar çoktu ki... Fakat Susulu arkasına baktığı vakit bu hayvan sürülerinin arkası kesildi. Gölün kenarında olanlar tekrar gölün içine düştüler. Susulu bağırdı:

-Vah ne yaptım.

İki eliyle yüzünü kapadı. Ve gördüklerini Zoya'ya anlattı. Zoya:

-Ah Susulu. Babanın nasihatını neden tutmadın? Balkan dağına varıncaya kadar arkamızda her hayvan sürüsü ile dolacak biz zengin olacaktık, kavmim ve Başkırd yurdu yoksulluk görmeyecekti. Zoya Tülek daha fazla tonuşamadı ve hıçkırmaya başladı.





Bu destanı kendilerine anlattığım Tüleklerden çoğu böyle bir destanı bilmiyorlar. Görüştüğümüz Karslı Tülekler ise hemen hemen büyüğünden küçüğüne destan hakkında geniş bilgiye sahiptirler. Bazı anlatım ve rivayet farklılıkları olmasına rağmen kendileri Tülek isimli bir tarih kahramanının olduğunu ve bunun kendilerinin ataları, cedleri olduğunu saygıyla anmakta ve kabul etmektedirler. Ancak yine de buradaki Zoya Tülek, Tülek boyuna mı mensuptur, yoksa akıllı, zeki ve kurnaz olduğu için mi kendine Tülek ismi verilmiştir, bu hususta kesin bir şey söylemek mümkün değildir.

Destandan da anlaşılacağı gibi olay Başkırd yurdunda Tülek isimli bir kahramanın başından geçen bir menkıbe veya efsaneleşmiş bir rivayettir. Nitekim destandaki kahramanımız da boyunun Başkırd yurdunda yaşadığını, bu yörenin ise Balkan dağı civarı olduğunu belirtmektedir. Daha önce Tülek köylerinin Başkırd yurdu içinde bulunduklarını ve Zeki Velidi Togan 'ın da belirttiği gibi Tülek köyleri Başkırd köyleri olarak geçmekteydi. Dolayısıyla bu destanın o yörelerde yaşayan Tüleklerce ortaya çıkarıldığını, diğer bir deyişle bu destanın Baeşkırd yurdunda yaşamış olan Tüleklere ait olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Diğer taraftan Tüleklerle Oğuzlar arasındaki önemli bir yakınlık ve benzerlik de yüz şekil ve tiplerinin benzer olmasıdır. Bahaeddin Ögel'e göre, Kırgız ve Dokuz Oğuzları çok hafif ve çekik gözlü, Oğuz, Karluk ve Kıpçaklar da düz yüzlüdürler. Nitekim Tülekler de düz yüzlüdürler ve çekik gözlü değillerdir.

Yine Bahaeddin Ögel'e göre M.S. XII. ve XIII. asırlarda yanı Türk hakimiyetinin tam manasıyla Çu ve Talas boylarına ve Türkistan'a yayıldığı zamanlarda, türklerin bulunduğu bölgelerde Oğuz tiplerinin hakim olduğunu görmekteyiz. Faruk sümer'e göre de Oğuzlar Çu ve Talas dolaylarında yaşamışlar ve yaşamlarını buralarda uzun süre sürdürmüşlerdir.

Anadolu'ya genellikle daha çok Oğuzların göç etmeleri, Oğuzların dışındaki Türk boy ve aşiretlerinin onlara nazaran daha az sayıda göç etmeleri de fikrimizi kuvvetlendirir mahiyettedir.

Diğer taraftan Türklerden işittiğimiz kulaktan dolma bilgilerde dahi kendilerini Oğuzlara bağlı boylara isnad etmeleri de aynı doğrultudadır. Her ne kadar kendilerinin belgelere dayanarak Oğuzların Salur boyuna mensup olduklarını bilmemeleri kesinse de, biz yukarıda verdiğimiz bilgiler, belgeler ve görüşler doğrultusunda onların Oğuzların salur boyuna mensup olduklarını kuvvetli bir ihtimal dahilinde söyleyebiliriz. Çünkü Avşar ve Kızık boyuna mensup olduklarına dair hemen hiç bir belge mevcut değildir. Hatta Kayseri yakınlarındaki Kızık köyündeki Kızıklılarla yaptığımız görüşmede onlar, Tüleklerin kendileriyle herhangi bir ilgileri ve alakaları olmadığını, Tüleklerin köylerine sonradan geldiklerini ve kendileri içinde eridiklerini, hatta onların çoğunun kendilerinin Tülek olduklarını dahi bilmediklerini söylemişlerdir.